Güneşin gözyaşları, dünyanın
üzerine düştüğünde, arz yuvarlağı küçücüktü. Sancılarla, karanlıkla, kara bir
senfoniyle başladı hayat…Her başlangıç sancılıydı, doğum gibi, ölüm gibi,
karanlığın öz suyundan doğan insan, günah diye bilinen bir hazzın ertesinde,
vücuda geldi ve karanlık yanını taşıdı içinde.
Yalnız kalmıştı, yalnız
bırakılmıştı, doğarken de ölürken de yalnız ve çıplaktı. Kan, ter ve hazdı
yaşamın çeliğine su veren. Bütün “dokunulmazları ve kutsalları” bir bir
sallandıran o tutkuydu.
Kimse ama hiç kimse tutkuları,
düşleri ve arzuları olmadan, karanlık yanından beslenemez. Bencillik ve korunma
güdüsü bu karanlık taraftan mirastır insana ve tüm kaygıların temelinde yatar
ölüm korkusu. İnsan aslında bedeninde yabancı, ömründe misafirdir. Zor olan ise
bunu kabullenmesidir.
Siyah bir senfoninin esaretinde
bir ömür taşıyan, huzursuz beden, sanadır sözüm. İnsan bu dünyada yalnız, kendi
yaşamasından çıkardığı hazlarının esaretinde var olmamalıdır. Kendi varlığından
ve aciz bedeninden daha önemli ve erdemli değerleri ile varlığını anlamlandırmalıdır.
Kendinden başkasını önemsemeyen ve zerre düşünmeyen, tıpkı doğarken ve ölürken
olduğu gibi yaşamı boyunca yalnız ve yalnız kendine mahkumdur.
Ey kendini çok seven, bil ki ne
zaman birini kendinden çok sevmeye başlarsın anla ki yalnızlığın o siyah
senfoniyi parçalayarak güneşin göz yaşlarına dönüşür. Güneşin o aydınlık çiğ
taneleri hayatına düştüğünde geleceğe filizlenirsin. Umutların yaşaman ve
hayatın sürgün verir. İçtenlikten ve samimiyetten alacağın haz, yalnızlığın
ortasındaki siyah senfoninde dinlediğin kendi sesini bastıracaktır. Konuşmaya
korktuğun, sevmekten sakındığın her kim varsa çevrende, varlığında anlam
bulacaktır. Yarım yarım bıraktıkların, senin yarımlığını tamamlayacaktır.
Bil ki herkesin ömrü, kendi
mabedidir. O mabede soktukların, senin kutsalına dokunduğunda, karşılarında
durup sen şunu yanlış yaptın demek boynunun borcu olsun. Çünkü kimse kimsenin
mabedine, selamsız ve fütursuzca girmek istemez.
Derviş hırkaları giymek için, çok
gençsin çocuk. Gözler ruhun gücünü gösterirmiş, bilirim ki güçlü bir ruhun var.
Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok ömründe. Daha baştan kara yazılmış,
siyah senfonilere mahkum etme hayatını. İzin ver sevmek isteyen seni doya doya
sevsin, izin ver dostların “senden” olanı görsün. İzin ver seninle konuşmak
isteyen konuşsun, sana dokunmak isteyen dokunsun. Hoyrat, meraklı gözlere aç
demiyorum yaşamını fakat tenini sakındığın, sevgini göstermeye çekindiğin,
gözlerini kaçırdığın, mutlak seni senden çok seviyor bilesin.
İnsan kendisini kalın duvarlarla
örülü, sözde korunaklı “mabed” lere kapattığında, zanneder ki kimse
erişemeyecek kendisine, ruhuna, bedenine. Bu hastalıklı güdü, git gide insanın
mafsallarını felç eder, bir müddet sonra istese de çıkmaya cesaret edemez,
kendi sözde doğrularının kalesinden. Oysa kimsenin cirit atmadığı en korunaklı
kaleler bile, zamanla içten içe çürür. Yalnızlığın o nemli ve hastalıklı
öpücüğü alnına değdikten sonra, bir daha kimseyi sevemeyeceğini zanneder insan.
O kocaman ve ulu çınarlar, dışarıdan yıkılamaz gibi görünse de, içleri
kemirildikten ve öz suları damarlarından çekildikten sonra kendi kendine
yıkılırlar. O sebeptendir ki, yalnızlığıyla azalanlardan değil, paylaştıkça
çoğalanlardan ol.
Ben senin mabedine girdiğimde,
gözleri ve sözleri kirlenmemiş bir çocuktum. Eteklerimi savura savura
ilerlerken, çevrene ördüğün o dikenli tel yüzünden, ellerim, avuçlarım, kalbim
kan içinde kaldı. Sana dokunamadan, kurduğun darağaçlarında, yargılandım ve
sonunda astım kendimi. O siyah senfoni, benim güneşten düşen çiğ damlalarımı
bir bir kendi karanlığına boyadı. Hayata ve geleceğe dair içimde iyi kalan ne
varsa, o yangın yerinde bıraktım. Ben bedenimi, senin siyah senfoninin tam
ortasında yaktım. Ne yazık, dönüp de bakmadın bile. Cesaretimi ve acımı görmeye
dayanamadı gözlerin. Şimdi, gördüğünde dön de bir bak, ne kalmış geriye
benden…Bıraktığın yerde, o günü durumundan daha muhteşem görünmeyen bir siluet
yalnızca. Bir kere izin verseydin eğer, belki o siyah senfoni yer yüzüne
dağılacak ve çılgın notaları, ayın karanlık yüzünü dahi aydınlatacak, güneşten
damlayan çiğ tanelerine dönüşecekti. Bir yangın yerindense, sevinçli çocukların
koşturduğu bir bayram yerine dönecekti hayatımız. İnanmadın, inandıramadım..
Bil ki, çocuk..ne ben sana geç
kaldım, ne sen bana erken…Öyleydi böyleydi derken, geçip gidiyor ömrümüz. Kabul
et ,dünden daha iyi değil bugün. Ve hala simsiyah bir senfoni, uzak bir tepeden
yankılanıyor...Ellerim ellerini arıyor karanlıkta. Yağan kar bile bu karanlığı
aydınlatmaya yetmiyor, simsiyah bir gece tenimi üşütüyor.
Fakat biliyorum ki gün gelecek
çocuk, bu ses giderek azalacak. Ellerimi yeniden tuttuğunda, o siyah senfoni,
birden bire susacak. Güneşin, simli çiğ taneleri, toprağa yavaş yavaş düşecek.
Ilık bir havada, yavaş yavaş sürgün verecek yarına dair ne varsa. Dönüp
baktığında, yanında gördüğünden mutlu olacaksın. Yaşamın kendinden yeni
hayatlar çıkaracak, varlığın çoğalacak. O siyah senfoniyi bir daha hatırlamamak
üzere unutacaksın. Gülümsemeni, arzın üzerindeki cümle mahlukat kıskanacak.
Çoğalacaksın…. Neşeli sahil kentlerinde insanlar senin gözlerinle bakacaklar
birbirlerine.
Gün gelecek çocuk, o siyah
senfoni, güneşin göz yaşlarıyla aydınlanacak. Ve bil ki:
“My arms will belong only to you when that day comes.”