
Yalnız kalmıştı, yalnız
bırakılmıştı, doğarken de ölürken de yalnız ve çıplaktı. Kan, ter ve hazdı
yaşamın çeliğine su veren. Bütün “dokunulmazları ve kutsalları” bir bir
sallandıran o tutkuydu.
Kimse ama hiç kimse tutkuları,
düşleri ve arzuları olmadan, karanlık yanından beslenemez. Bencillik ve korunma
güdüsü bu karanlık taraftan mirastır insana ve tüm kaygıların temelinde yatar
ölüm korkusu. İnsan aslında bedeninde yabancı, ömründe misafirdir. Zor olan ise
bunu kabullenmesidir.
Siyah bir senfoninin esaretinde
bir ömür taşıyan, huzursuz beden, sanadır sözüm. İnsan bu dünyada yalnız, kendi
yaşamasından çıkardığı hazlarının esaretinde var olmamalıdır. Kendi varlığından
ve aciz bedeninden daha önemli ve erdemli değerleri ile varlığını anlamlandırmalıdır.
Kendinden başkasını önemsemeyen ve zerre düşünmeyen, tıpkı doğarken ve ölürken
olduğu gibi yaşamı boyunca yalnız ve yalnız kendine mahkumdur.
Ey kendini çok seven, bil ki ne
zaman birini kendinden çok sevmeye başlarsın anla ki yalnızlığın o siyah
senfoniyi parçalayarak güneşin göz yaşlarına dönüşür. Güneşin o aydınlık çiğ
taneleri hayatına düştüğünde geleceğe filizlenirsin. Umutların yaşaman ve
hayatın sürgün verir. İçtenlikten ve samimiyetten alacağın haz, yalnızlığın
ortasındaki siyah senfoninde dinlediğin kendi sesini bastıracaktır. Konuşmaya
korktuğun, sevmekten sakındığın her kim varsa çevrende, varlığında anlam
bulacaktır. Yarım yarım bıraktıkların, senin yarımlığını tamamlayacaktır.

Derviş hırkaları giymek için, çok
gençsin çocuk. Gözler ruhun gücünü gösterirmiş, bilirim ki güçlü bir ruhun var.
Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok ömründe. Daha baştan kara yazılmış,
siyah senfonilere mahkum etme hayatını. İzin ver sevmek isteyen seni doya doya
sevsin, izin ver dostların “senden” olanı görsün. İzin ver seninle konuşmak
isteyen konuşsun, sana dokunmak isteyen dokunsun. Hoyrat, meraklı gözlere aç
demiyorum yaşamını fakat tenini sakındığın, sevgini göstermeye çekindiğin,
gözlerini kaçırdığın, mutlak seni senden çok seviyor bilesin.
İnsan kendisini kalın duvarlarla
örülü, sözde korunaklı “mabed” lere kapattığında, zanneder ki kimse
erişemeyecek kendisine, ruhuna, bedenine. Bu hastalıklı güdü, git gide insanın
mafsallarını felç eder, bir müddet sonra istese de çıkmaya cesaret edemez,
kendi sözde doğrularının kalesinden. Oysa kimsenin cirit atmadığı en korunaklı
kaleler bile, zamanla içten içe çürür. Yalnızlığın o nemli ve hastalıklı
öpücüğü alnına değdikten sonra, bir daha kimseyi sevemeyeceğini zanneder insan.
O kocaman ve ulu çınarlar, dışarıdan yıkılamaz gibi görünse de, içleri
kemirildikten ve öz suları damarlarından çekildikten sonra kendi kendine
yıkılırlar. O sebeptendir ki, yalnızlığıyla azalanlardan değil, paylaştıkça
çoğalanlardan ol.

Bil ki, çocuk..ne ben sana geç
kaldım, ne sen bana erken…Öyleydi böyleydi derken, geçip gidiyor ömrümüz. Kabul
et ,dünden daha iyi değil bugün. Ve hala simsiyah bir senfoni, uzak bir tepeden
yankılanıyor...Ellerim ellerini arıyor karanlıkta. Yağan kar bile bu karanlığı
aydınlatmaya yetmiyor, simsiyah bir gece tenimi üşütüyor.
Fakat biliyorum ki gün gelecek
çocuk, bu ses giderek azalacak. Ellerimi yeniden tuttuğunda, o siyah senfoni,
birden bire susacak. Güneşin, simli çiğ taneleri, toprağa yavaş yavaş düşecek.
Ilık bir havada, yavaş yavaş sürgün verecek yarına dair ne varsa. Dönüp
baktığında, yanında gördüğünden mutlu olacaksın. Yaşamın kendinden yeni
hayatlar çıkaracak, varlığın çoğalacak. O siyah senfoniyi bir daha hatırlamamak
üzere unutacaksın. Gülümsemeni, arzın üzerindeki cümle mahlukat kıskanacak.
Çoğalacaksın…. Neşeli sahil kentlerinde insanlar senin gözlerinle bakacaklar
birbirlerine.
Gün gelecek çocuk, o siyah
senfoni, güneşin göz yaşlarıyla aydınlanacak. Ve bil ki:
“My arms will belong only to you when that day comes.”