6 Nis 2012

SİYAH SENFONİ


Güneşin gözyaşları, dünyanın üzerine düştüğünde, arz yuvarlağı küçücüktü. Sancılarla, karanlıkla, kara bir senfoniyle başladı hayat…Her başlangıç sancılıydı, doğum gibi, ölüm gibi, karanlığın öz suyundan doğan insan, günah diye bilinen bir hazzın ertesinde, vücuda geldi ve karanlık yanını taşıdı içinde.
Yalnız kalmıştı, yalnız bırakılmıştı, doğarken de ölürken de yalnız ve çıplaktı. Kan, ter ve hazdı yaşamın çeliğine su veren. Bütün “dokunulmazları ve kutsalları” bir bir sallandıran o tutkuydu.
Kimse ama hiç kimse tutkuları, düşleri ve arzuları olmadan, karanlık yanından beslenemez. Bencillik ve korunma güdüsü bu karanlık taraftan mirastır insana ve tüm kaygıların temelinde yatar ölüm korkusu. İnsan aslında bedeninde yabancı, ömründe misafirdir. Zor olan ise bunu kabullenmesidir.
Siyah bir senfoninin esaretinde bir ömür taşıyan, huzursuz beden, sanadır sözüm. İnsan bu dünyada yalnız, kendi yaşamasından çıkardığı hazlarının esaretinde var olmamalıdır. Kendi varlığından ve aciz bedeninden daha önemli ve erdemli değerleri ile varlığını anlamlandırmalıdır. Kendinden başkasını önemsemeyen ve zerre düşünmeyen, tıpkı doğarken ve ölürken olduğu gibi yaşamı boyunca yalnız ve yalnız kendine mahkumdur.
Ey kendini çok seven, bil ki ne zaman birini kendinden çok sevmeye başlarsın anla ki yalnızlığın o siyah senfoniyi parçalayarak güneşin göz yaşlarına dönüşür. Güneşin o aydınlık çiğ taneleri hayatına düştüğünde geleceğe filizlenirsin. Umutların yaşaman ve hayatın sürgün verir. İçtenlikten ve samimiyetten alacağın haz, yalnızlığın ortasındaki siyah senfoninde dinlediğin kendi sesini bastıracaktır. Konuşmaya korktuğun, sevmekten sakındığın her kim varsa çevrende, varlığında anlam bulacaktır. Yarım yarım bıraktıkların, senin yarımlığını tamamlayacaktır.
Bil ki herkesin ömrü, kendi mabedidir. O mabede soktukların, senin kutsalına dokunduğunda, karşılarında durup sen şunu yanlış yaptın demek boynunun borcu olsun. Çünkü kimse kimsenin mabedine, selamsız ve fütursuzca girmek istemez. 
Derviş hırkaları giymek için, çok gençsin çocuk. Gözler ruhun gücünü gösterirmiş, bilirim ki güçlü bir ruhun var. Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok ömründe. Daha baştan kara yazılmış, siyah senfonilere mahkum etme hayatını. İzin ver sevmek isteyen seni doya doya sevsin, izin ver dostların “senden” olanı görsün. İzin ver seninle konuşmak isteyen konuşsun, sana dokunmak isteyen dokunsun. Hoyrat, meraklı gözlere aç demiyorum yaşamını fakat tenini sakındığın, sevgini göstermeye çekindiğin, gözlerini kaçırdığın, mutlak seni senden çok seviyor bilesin.
İnsan kendisini kalın duvarlarla örülü, sözde korunaklı “mabed” lere kapattığında, zanneder ki kimse erişemeyecek kendisine, ruhuna, bedenine. Bu hastalıklı güdü, git gide insanın mafsallarını felç eder, bir müddet sonra istese de çıkmaya cesaret edemez, kendi sözde doğrularının kalesinden. Oysa kimsenin cirit atmadığı en korunaklı kaleler bile, zamanla içten içe çürür. Yalnızlığın o nemli ve hastalıklı öpücüğü alnına değdikten sonra, bir daha kimseyi sevemeyeceğini zanneder insan. O kocaman ve ulu çınarlar, dışarıdan yıkılamaz gibi görünse de, içleri kemirildikten ve öz suları damarlarından çekildikten sonra kendi kendine yıkılırlar. O sebeptendir ki, yalnızlığıyla azalanlardan değil, paylaştıkça çoğalanlardan ol.

Ben senin mabedine girdiğimde, gözleri ve sözleri kirlenmemiş bir çocuktum. Eteklerimi savura savura ilerlerken, çevrene ördüğün o dikenli tel yüzünden, ellerim, avuçlarım, kalbim kan içinde kaldı. Sana dokunamadan, kurduğun darağaçlarında, yargılandım ve sonunda astım kendimi. O siyah senfoni, benim güneşten düşen çiğ damlalarımı bir bir kendi karanlığına boyadı. Hayata ve geleceğe dair içimde iyi kalan ne varsa, o yangın yerinde bıraktım. Ben bedenimi, senin siyah senfoninin tam ortasında yaktım. Ne yazık, dönüp de bakmadın bile. Cesaretimi ve acımı görmeye dayanamadı gözlerin. Şimdi, gördüğünde dön de bir bak, ne kalmış geriye benden…Bıraktığın yerde, o günü durumundan daha muhteşem görünmeyen bir siluet yalnızca. Bir kere izin verseydin eğer, belki o siyah senfoni yer yüzüne dağılacak ve çılgın notaları, ayın karanlık yüzünü dahi aydınlatacak, güneşten damlayan çiğ tanelerine dönüşecekti. Bir yangın yerindense, sevinçli çocukların koşturduğu bir bayram yerine dönecekti hayatımız. İnanmadın, inandıramadım..

Bil ki, çocuk..ne ben sana geç kaldım, ne sen bana erken…Öyleydi böyleydi derken, geçip gidiyor ömrümüz. Kabul et ,dünden daha iyi değil bugün. Ve hala simsiyah bir senfoni, uzak bir tepeden yankılanıyor...Ellerim ellerini arıyor karanlıkta. Yağan kar bile bu karanlığı aydınlatmaya yetmiyor, simsiyah bir gece tenimi üşütüyor.

Fakat biliyorum ki gün gelecek çocuk, bu ses giderek azalacak. Ellerimi yeniden tuttuğunda, o siyah senfoni, birden bire susacak. Güneşin, simli çiğ taneleri, toprağa yavaş yavaş düşecek. Ilık bir havada, yavaş yavaş sürgün verecek yarına dair ne varsa. Dönüp baktığında, yanında gördüğünden mutlu olacaksın. Yaşamın kendinden yeni hayatlar çıkaracak, varlığın çoğalacak. O siyah senfoniyi bir daha hatırlamamak üzere unutacaksın. Gülümsemeni, arzın üzerindeki cümle mahlukat kıskanacak. Çoğalacaksın…. Neşeli sahil kentlerinde insanlar senin gözlerinle bakacaklar birbirlerine.
Gün gelecek çocuk, o siyah senfoni, güneşin göz yaşlarıyla aydınlanacak. Ve bil ki:

“My arms will belong  only to you when that day comes.”