31 Ağu 2012


Yazın son günü de kopup gitti takvimden…
Ne fark eder ki diyebilirsiniz, her gün birbirinin devamı iken… Bir kitabın, bir mevsimin, bir hikayenin sonunu yazmak buruktur. Yazın son günü de aslında içinizdeki hikayenin de sonuna geldiğinizi fark etmek, bir şehri terk etmek, inandığınız değerleri yıkmak ve köprüleri yakmak adına bir sebeptir. Bir mevsim biterken aslında önünde kocaman ve siyah bir kış olduğunu inkar etmek iste insan. Çay bahçelerinin boş sandalyelerine, artık yavaş yavaş sessizliğe gömülen parklara, gecenin serinliğine alışır da, içindeki hikayenin sonunun belki de çirkinliklerle yazılmasına alışamaz.
Her mevsimin ayrı bir güzelliği var lafı, en az her yaşın ayrı bir güzelliği var lafı kadar yalandır. İnsanların gözünün içine baka baka nasıl yalan söyler insan? Bu yalnızca kendini ve karşısındakini tesellidir. Herkesin içinde yaşadığı sonsuz bir mevsim vardır. Kimileri ömrünü kara kışlara teslim eder, kimilerinin ömrü de şakacı yazlarda geçer.
Bahar olmak güzeldir, yalancı değilseniz eğer.
Son olmak da güzeldir, hiç gitmeyecekseniz eğer.
Hayat koyduğunuz cam fanusun içinde durduğu gibi durmuyor. İnsanların hayatlarından mevsimler çalmak, bir “hiçbir şey” lerle özetlenmiyor.
Fakat artık kimse bunları umursamıyor.
Deniz kenarları sessiz, bahçeler özensiz, parklar bomboş….çay bahçelerinde çalan şarkılar, ıslak bir yağmur altında susmayı bekliyor.
İnsan hayatının bir yerinde, bir mevsimin sonuna geldiğini yalnızca içindeki boşluğa baktığında anlıyor. Hesapların altında kurban gittiğini, özensizce ve hoyratça birden bire fark ediyor. Bu saatten sonra da, bütün bunların hepsini alt alta okuduğunuzda bir anda anlamsız bir harf yığınına dönüyor. Kocaman bir hiç diyiveriyor insan, ne öfke, ne sevgi… Tıpkı yazın bu son günü gibi. Sanki o yaz hiç yaşanmamış gibi, naftalinleyip kaldırıyor eskilerini.
Eskimek başka şey, yaş almak başka…
Durduğu yerde eskiyen olmak ise bambaşka…
Bazı şeyler eskidikçe değerlenir oysa, eğer özünde kıymetli bir şey varsa…
Artık kıymetsizliğini gördüğünüz, eskiyi saklamak demek, hayatınızı çöpten kulelere terk etmek demek. Ki kimsenin hayatı değersiz değil…yazdıkları, düşündükleri, sevdikleri çöplüğe terk edilecek kadar “önemsiz” değil…
Önemsiz olan, çiğliğin içinde yuvarlanan sadece insanlar…
Uzaktan yüzyıllık ağaç gibi duran, yanına vardığınızda sadece öylece duranlardan olduğunu fark ettiğiniz, “hesaplı” insanlar…o kadar.
Sonbahar biraz daha kendini gösterdiğinde, ben burada olmayacağım. Muhtemelen, yaprakların düşüşünü, artık iyiden iyiye ölgünleşen güneşi, üşütecek kadar serinleşen havayı ve bir örnek kentin, bir örnek insanlarını görmeyeceğim.
Bu sonbahar bir yaş daha ilerleyeceğim…İnkarın, ikrardan geldiğine asla ikna olmayacağım, sukutun altın olduğuna ise kimse ömrümce beni inandıramayacak. Sözleriyle var olur insan, yazdıkları, çizdikleri, söyledikleriyle…Bütün kutsal kitaplar sözün kutsallığı ile başlar. Birbirinin en yakını olanlar gün olur da birden bire bir “hiç” likle uyanırlar. Yalnızca her mevsimin kıymetini bilene “hiç” bir şey olmaz.
Aklınıza bir filmin sahnesinden tuhaf bir yazın gelir:

“Yaz birmiş yazıt bırakmazsızın, dünya neşeyle esrik ama yeterli değil. Sonsuz yaşamın himayesi ilgisiyle mest oldum, ikna oldum şansıma ama yeterli değil. Hiçbir yaprak, asla sararmadı, hiçbir dal hoyratça kopmadı; gün, cam gibi her şeyi yıkadı ama yeterli değil” (stalker)

Konuşmak, dinlemek anlamaya çalışmak köü değildir. Kötü olan insanları, mevsimleri ve nihayetinde koca bir hayatı geçiştirmektir. Her mevsimin ve her hikayenin bir hiçlikle ve çirkinlikle son bulmaması dileğiyle..