14 Eyl 2013


1 Mar 2013

HİÇBİR


Baharın ilk günü....
Belki de ömrümüzün baharının son günü...
Ayın biri...hiçbiri....
Erguvanlar çiçeğe duracak çok değil kısa bir müddet sonra....
Zaman akıyor hızla, görüntüler değişiyor...aynı yerde kalmanın, tekrarlarda ısrar etmenin bir faydası yok. Hayat size yeni umutlar yeni süprizler hazırlıyor. İnsan bir gün değil, bir mevsim değil, sevince bir ömürlük seviyor. Aynı şehirde nefes almak dahi yeterken, bazen bunu bile arar oluyorsun.

Oysa ki kimsenin anlayamadığı bir şey var ortada : tüm kalbiyle seven insan yalnızca tek bir şey diler tanrısından: karşısındakinin mutlu olmasını.  Hayat herkese adil davranmaz neticede. Hiçbir işe mutlu olmayacağım diye başlanmaz, hiçbir hayat acı içinde yaşansın diye yaşanmaz. İster ki o seven kalp, acı, hüzün ve keder sevdiği insanın yakınından dahi geçmesin. Mutlu olsun, umutları olsun, huzurda olsun...kendisine benzemesin kaderi. Gerçekte seven insanlar bencilce yaşayamazlar sevgilerini... Her ne yaşanmış olursa olsun, hayat insana cömerttir. Önemli olan o hayat gibi affedici ve cömert olmaktadır.

Yanlışlıklarla ve yalnızlıklarla geçmez ömür...
Bazen çok sevmenin de kıymet-i fahrikası yok. İstersen dünyaları feda etmeyi göze al uğruna, yine de görünen yalnız karşıdakinin gördüğü kadardır.

sonsuz mutluluğu vaad et...
kul ol, köle ol, yan...yandıktan sonra küllerinden tekrar ol...faydasız...

Nafiledir...

Yaşamış ve yaşayacak olan tüm insanların kalplerindeki o aşkı altın bir tepsinin içinde, zerre karşılık beklemeden sun...sonsuza kadar taşı o aşkı içinde....

Olmazı olur yapaya çalış, cümle alemi al karşına, elalemle muhatab ol...

Nafiledir...

eğer gören gözler yoksa, değerini tartan bilen yoksa boşadır.

Güzeldir ama yine, sevmek de sevilmek de... Ayrı ayrı iki kişi olamaktansa tek bir bedende var olmak, muhteşemdir.  Bazen ne kadar sevdiğiniz değil de, o insana nasıl davrandığınız belki de herşeyden çok daha önemlidir.

Sadece sevmek yetmez bazen...
Kabul görmeyi de diler insanoğlu...Saygınlığını korumak ister, kaybedeceklerini de kazanacaklarını da hesab eder..

Oysa ki atladığı şey, matematik mantığın bir yere kadar ilerlediğidir. Ondan sonrasında, iki insanı birbirlerine bağlayan tek şey aralarındaki sevginin kuvvetidir. Elbette bunu herşeye yeni başlarken görmek zor...fakat görüldüğünde ise sıklıkla çok geçtir.

Eh... Ankara..bu sana veda yazısı değil henüz. O veda çok buruk bir veda olacak bu belli, ben burada olacağım belki..belki çoktan bir gece ansızın terkedip gideceğim şehri, kimseye haber vermeden, birdenbire.. Susarak, görünmeyerek, konuşmayarak edilen her veda sessiz bir haykırıştır ömre...Belli ki vedaları sevememiş bir olarak, birden bire olacak...gittiğimden kimsenin haberi olmadan öylece...En son biraz buruk ayrılsak da İstanbulla, eminim eski dostum beni gördüğünde çok sevinecek.

Kalmak için bir nedeniniz yoksa...

gidersiniz siz de...

ardınıza dahi bakmadan..çünkü ardınıza baktığınızda ardınızda kalan yalnızca herkesin görmezden geldiği ve artık görmek istemediği kanayan bir yara..

Mucizelere inanırım yine de.. Neden mi? Mucize eseridir yaşamam da ondan. Mucize eseridir kaderim de ondan.

Baharın ilk günü bugün.. Haylaz toprak kımıldanmaya başladı...Sürgün vermiş yeni yeni filizlenen bir hayat önümde...Madem ömürlük bir sevda ile başladık, ömürlük bir şiirle noktalayalım yazıyı:

Hiçbir kadın, hiçbir erkeği ve hiçbir erkek hiç bir kadını
Bu biçim sevmedi....
Gözyaşlarının hiçbir teki bu biçim düşmedi.
Hiçbir akşam o akşam gibi kanarcasına batmadı o güneş
ve hiçbir güneş onları bir daha bu biçim görmedi
Hiç bir kadın dedim ya hiçbir erkeği ve hiçbir erkek hiçbir kadını
Bu biçim sevmedi...

Böylesine dolu dolu ağlamadı hiçbir kucakta hiçbir baş,
ve hiçbir elveda bugüne dek bu biçim söylenmedi

















10 Şub 2013

BİR MUTSUZLUK TÜRKÜSÜ (Cahit Külebi)

sana ırmaklardan bir rüzgar saç gönderdim,
bir çift göz gönderdim badem çağlasından,
bir çift dudak gönderdim, sıcak bir ten
ayvayla sedef karışmasından.

sana gençliği gönderdim, en etkeni renklerin
ve çıplaklığı ki, giysilerin en hası.
küçük yürekler gönderdim sana, gelincikler
her biri yağmurlarda birer sevgi damlası

sana mutsuzluğu, acıyı gönderdim, ozansın,
sevişmek denli bunlar da gerek.
eksik olursa sızı, sap yiyip saman çıkarır
ateşle dağlanmamış yürek.

sana gecelerden, kara içkiler gönderdim.
külebi yakınma ustası, iyilik bilmez ozan!
doğanın çirkefi bile aranır, anlayacaksın
şu dünyadan göçtüğün zaman.

31 Ağu 2012


Yazın son günü de kopup gitti takvimden…
Ne fark eder ki diyebilirsiniz, her gün birbirinin devamı iken… Bir kitabın, bir mevsimin, bir hikayenin sonunu yazmak buruktur. Yazın son günü de aslında içinizdeki hikayenin de sonuna geldiğinizi fark etmek, bir şehri terk etmek, inandığınız değerleri yıkmak ve köprüleri yakmak adına bir sebeptir. Bir mevsim biterken aslında önünde kocaman ve siyah bir kış olduğunu inkar etmek iste insan. Çay bahçelerinin boş sandalyelerine, artık yavaş yavaş sessizliğe gömülen parklara, gecenin serinliğine alışır da, içindeki hikayenin sonunun belki de çirkinliklerle yazılmasına alışamaz.
Her mevsimin ayrı bir güzelliği var lafı, en az her yaşın ayrı bir güzelliği var lafı kadar yalandır. İnsanların gözünün içine baka baka nasıl yalan söyler insan? Bu yalnızca kendini ve karşısındakini tesellidir. Herkesin içinde yaşadığı sonsuz bir mevsim vardır. Kimileri ömrünü kara kışlara teslim eder, kimilerinin ömrü de şakacı yazlarda geçer.
Bahar olmak güzeldir, yalancı değilseniz eğer.
Son olmak da güzeldir, hiç gitmeyecekseniz eğer.
Hayat koyduğunuz cam fanusun içinde durduğu gibi durmuyor. İnsanların hayatlarından mevsimler çalmak, bir “hiçbir şey” lerle özetlenmiyor.
Fakat artık kimse bunları umursamıyor.
Deniz kenarları sessiz, bahçeler özensiz, parklar bomboş….çay bahçelerinde çalan şarkılar, ıslak bir yağmur altında susmayı bekliyor.
İnsan hayatının bir yerinde, bir mevsimin sonuna geldiğini yalnızca içindeki boşluğa baktığında anlıyor. Hesapların altında kurban gittiğini, özensizce ve hoyratça birden bire fark ediyor. Bu saatten sonra da, bütün bunların hepsini alt alta okuduğunuzda bir anda anlamsız bir harf yığınına dönüyor. Kocaman bir hiç diyiveriyor insan, ne öfke, ne sevgi… Tıpkı yazın bu son günü gibi. Sanki o yaz hiç yaşanmamış gibi, naftalinleyip kaldırıyor eskilerini.
Eskimek başka şey, yaş almak başka…
Durduğu yerde eskiyen olmak ise bambaşka…
Bazı şeyler eskidikçe değerlenir oysa, eğer özünde kıymetli bir şey varsa…
Artık kıymetsizliğini gördüğünüz, eskiyi saklamak demek, hayatınızı çöpten kulelere terk etmek demek. Ki kimsenin hayatı değersiz değil…yazdıkları, düşündükleri, sevdikleri çöplüğe terk edilecek kadar “önemsiz” değil…
Önemsiz olan, çiğliğin içinde yuvarlanan sadece insanlar…
Uzaktan yüzyıllık ağaç gibi duran, yanına vardığınızda sadece öylece duranlardan olduğunu fark ettiğiniz, “hesaplı” insanlar…o kadar.
Sonbahar biraz daha kendini gösterdiğinde, ben burada olmayacağım. Muhtemelen, yaprakların düşüşünü, artık iyiden iyiye ölgünleşen güneşi, üşütecek kadar serinleşen havayı ve bir örnek kentin, bir örnek insanlarını görmeyeceğim.
Bu sonbahar bir yaş daha ilerleyeceğim…İnkarın, ikrardan geldiğine asla ikna olmayacağım, sukutun altın olduğuna ise kimse ömrümce beni inandıramayacak. Sözleriyle var olur insan, yazdıkları, çizdikleri, söyledikleriyle…Bütün kutsal kitaplar sözün kutsallığı ile başlar. Birbirinin en yakını olanlar gün olur da birden bire bir “hiç” likle uyanırlar. Yalnızca her mevsimin kıymetini bilene “hiç” bir şey olmaz.
Aklınıza bir filmin sahnesinden tuhaf bir yazın gelir:

“Yaz birmiş yazıt bırakmazsızın, dünya neşeyle esrik ama yeterli değil. Sonsuz yaşamın himayesi ilgisiyle mest oldum, ikna oldum şansıma ama yeterli değil. Hiçbir yaprak, asla sararmadı, hiçbir dal hoyratça kopmadı; gün, cam gibi her şeyi yıkadı ama yeterli değil” (stalker)

Konuşmak, dinlemek anlamaya çalışmak köü değildir. Kötü olan insanları, mevsimleri ve nihayetinde koca bir hayatı geçiştirmektir. Her mevsimin ve her hikayenin bir hiçlikle ve çirkinlikle son bulmaması dileğiyle..

16 Haz 2012

AZALAN SENFONİ


“sen seç kendine bir hayat 

ve öylesine yaşa, 
nasılsa 
kaldığın yerden vurgun sürdürür 
ve hep bak kendine 
birörnek aynalara asi bir suret bırak 
baktıkça gözlerin 

kendini öldürür...”
M.M.
Susuyorum. Susarak büyütüyorum içimdeki ölüleri. İçimdeki ışıkla bilediğim, çeliğine gözyaşıyla su verdiğim kör bıçaklar, benden başkasını kesmiyor. İlk ve son kez kandan alıyor mürekkebini kalemim. Bazıları azalarak, kendini azaltarak ilerliyor.

Kazanarak değil, yiterek ilerliyor.

Yite yite, kendinin sonuna geldi mi insan yeniden görür aynalarda azalan suretini.
İki kanayan yara gibi dikilir insanın karşısına iki düşman. Bir söyledikleri, bir de asla söyleyemedikleri. İkisi yorar birbirini.

Azalır senfoni….
Kırılır bir yerlerde yarımlıklarla beslenen umutlar. Kırılır bir yerlerde acımasızlığın göbek adı, ağzımızda buruk anıların şarap kokusu, süpürür herşeyi birer birer.

Ben kendimi en onulmaz dar ağaçlarında astım ruhumdan. Binlerce kere dönüp baktım kendime, kimsenin üzülmediğini gördüğümde, dedim ki; neye yarar içindeki acı, neye yarar içinde taşıdığın yük. Dünyanın derdine bu kadar kendini kaptırmış yeşil gözlü bir çocuk, kendi yarasından başkasını göremez oldu.  Örselenmiş, hoyrat davranılmış ve acımasızlıkla karartılmış bir ömür.

Azalır senfoni…
Sessizlikle azalır, acımasızlıkla.

Artık heyecanlandırmıyor, uykusuz gözlerle sırtını bir şehre dönen çocuğu, bir yerlerde bizi beklediğini sandığımız rüyalar. Eskidi içimle birlikte büyüttüğün o kocaman boşluk. Şarkı bitti.

Ve azaldı senfoni…
Gündelik hayatın telaşında, eski neşesini tadamayacak kalbim bir daha.

Bu vakitten sonra dilediğim günler gelse neye yarar. Eski fenerler, eski gemilerle; eski limanlarda çürümeye bırakıldı, büyük şilepler gibi, paslı ve delik deşik.  O fener söndü, gemi cesedini vurdu suyun yüzüne. Kimse üzülmedi, kimse.

Akşamların geç geldiği bu Haziran günlerinde bol ışıklı yazılarla suyun yüzüne vursaydı yüreğim. Kırgınlıklar, kırılganlıklar bu kadar söze rağmen kelimelerin arkasına saklanmasaydı. Öfkenin ardına saklanmasaydı, vurgun yiyen dip balıkları gibi vursaydı suyun yüzüne, çözülseydi ve kalmasaydı geriye bir tek kelime bile. Bitseydi.

Bitiyor velakin açıktır azaldı senfoni…
Azaldı kalbim.
Ve bütün iyi niyetim... Acıyla, göz yaşıyla, acımasızlıkla….
Azalıyor senfoni.

Dünyadaki tüm kırgınlıkların adına, kalbine gelen yansımalarıyla bir ses, tek bir sesti esirgenen. Ben de bir yemin ettim, suskunluk yemini de değildi ettiğim. Yüreğimdeki ve bedenimdeki yaralar adına, kelimelerimin ardına saklandım ve dedim ki: “Bir daha yüreğini kimseye açma.”

Şimdi bakıyorum kendime, daha dört mevsimden bile geçmemiş arkadaşlıklar, kırk mevsimden geçmiş aşklar, sırf birbirini yormasın diye bütün bunlar, içinde yok olduğum hayatlar. Kırmamak adına kırdıklarım, sevmemek adına delicesine sevdiklerim. Neye yarar?

Azaldı senfoni…
Azaldık, yiterek ilerledik ruhum. 

Kutsanmak değildi de derdimiz, yarası sırtımıza vuruldu. Vurulduk, düştük, görmedik ama sevdik. Bütün o insanların çirkin gözlerinden, yargılayan sözlerinden uzak, eski bir limanda çok uzak bir iklimde sevdik.

Anlaşılamadı. Bildim, ruh, yalnızca yordu kendini. Daha çok öfkelendi, daha şiddetli esti, dağıttı her şeyi. Aynı sonda ilerledik.


Ve azaldı senfoni.
Her sustuğumuzda daha çok azaldı.
Her gördüğümüzde yaralarımızı, daha çok azaldı.
Yaralı hayvanlar gibi çırpınıp durduk içimizde ördüğümüz kalelerde.
Duvarlar yıkıldı, kırdık ve kırıldık.
Azaldı senfoni…

Hala varsa eğer, bu yazı da duyabilen herkese yazıldı.

31 May 2012


Bana yüzünden çizgiler ver.
Yarına kalmasın hiçbir acı.
Bilirim, susarken ettiğin yemin,
sözle tutulmuyor....

26 May 2012

GÜN SARISI


Sarı bir zamanın suretine yazılmış, gün ışığına bulanmış, ay parçası, gündüz yıldızı bir öğleden sonra. Buğulu bir çiçek kokusu rüzgarın eteklerinde, neşeli bir yaz gününden bir yaz gecesine geçmeye hazırlanan yangın yeri misali bir gökyüzü…
Kışa dair tüm kırgınlıkları unutmuş, bütün yaralarını sarmış, kendini yeniden yaratmış yeryüzünün bağrında bir papatya tarlası uzanıp gidiyor. Aydınlık bir yol kenarı, buğulu bir sıcak.
Bütün kış toprağın altında sabırla bekleyen papatyalar neşeli kahkahalarla  rüzgarla oynaşıyor, alabildiğine uzanıyor göğün altında sapsarı bir renk, nerede bittiğini kestiremiyorum. Kendine dargın gözlere iyi gelen, bütün yaşanmışlıkları ısrarla unutturan bir aşkın içinde aynı tutkuyla açan sarı papatyalar.
Pek bir gönülsüz yanaşan, sonra yaktığı yere dönüp bakmaya tenezzül dahi etmeyen hercai menekşelere inat ayakta duran boynunu bükmeden, bağrını güneşe açan, cesur papatyalar.
Sarı sapsarı bir rüyanın içinde, güneşin koynunda fısıldaşıp duruyorlar. Öyle etrafı izliyorum, bulunduğum yüksekçe bir yerden.

İnsanın tenini yakıp kavuran güneş kadar sarı saçlarıyla bir kız görüyorum durduğum yerden.
Gülümsüyor papatyalara, ellerini üzerinde gezdiriyor, papatyalar ürperiyor rüzgardan. Saçlarını savurduğunda rüzgar daha bir ahenkli esiyor. Gün batarken, kızıla bürünürken gökyüzü bir kez daha kalbindekini düşünüyor. Bütün kırıklıklarını ve acıyı bir kenara bırakıp, güneşin tam orta yerinde, yorgun değil taze umutlarına bakıyor.
Bundan sonra söylenecek her sözün suya yazılan gibi boşyere olduğunu ve olacağını biliyor… Yalanlar o sır dolu maskesinden sıyrılıp önünde bütün çıplaklığıyla kaldığında, bütün sırları dökülüyor aynaların, mucizeler inanan kalp eskiyor. Bundan böyle kendinden başkasına inancı kalmıyor insanın.
O da sarılıyor kendine, kollarını açıp kendini sarıyor ve bırakıyor kendini sarı papatyaların arasına…Umursamıyor, bütün güzelliğini güneşe veriyor. Sıcak hava ruhunu üşütmüyor ve biliyor ki üzerine kalem oynatmaya dahi gerek olmayan ruhlara, kitabeler yazanlar asla kaybeden olmuyor.
Bencilliğinden sıyrılamamışsa insanoğlu yapacak bir şey kalmamıştır onlar için. Üzülmek de yersizdir..Herkes kendini bilir, içindekinin değerini kıymetini, kendinden vazgeçen bir ruh için yapacak bir şey yoktur.
Kendi yorulmuşluğunu bir yana bırakıp, severken yormadığını ve bundan böyle de yormayacağını biliyor. Güneşe gülümsüyor. Sarı papatyaların arasında, yalın ayak güneşe yürüyor…yanmaktan korkmadan yürüyor.

An gelir, bir yalan söyler insan kendine,unutur avutur kendini. Vucuttaki “incinme” bile bir süre sonra toparlar da iyileştirir kendini, acısı geçer. Korkunun krallığında üzerine alınıp yaşayanın ne duyduğunu, ne bildiğini, neden böyle davrandığını zerre bilmeden anlamadan, iki kelamı dahi çok görenin, selamsızlığını, acımasızlığını, küçük dünyasına tanrı olmaya soyunanın asla kendi karşısında çıplak kalamayacağını bilerek yürüyor güneşe. Yanmaktan korkmadan…
Omuzları, boynu terliyor sıcakta, şifon elbisesi sıcak rüzgarda dalgalanıyor.İnsanların acımasızlıklarını, hadsizliklerini, değersizliklerini asla anlamayacak…Sonuna kadar yaşayacak bütün tutkularını, bütün aşklarını, kimseye aldırmadan, o kendini biliyor, başkasını anlamaya çalışmadan…
Kötü bir söz yok içinde, bundan sonra da olmayacak.
Nefret, öfke, kızgınlık…yok.
Çünkü bunların hepsi bir insana yüklendiğinde, ömrünce peşinde sürükler edilen ahı. Ah etmeye dahi değmezdi, değmeyecek biliyor.

Güneş o kadar sıcak, o kadar şefkatli ki onun kollarına bırakıyor kendini. Sarı papatyalar ardında neşeli kahkahalarını bırakıyor.
Karşısında  yüreğiyle “dur”mayı ve konuşmayı  beceremeyen, neye olduğu belli olmayan öfkesiyle yanız kendini çıldırtan, neden diye soranı yanından uzaklaştıran, uzatılan eli havada bırakan, kendi ruhunun kışında yaşayanların hezeyanlarını taşıyamayacak kadar güzel, aydınlık ve umutlu bir ruha sahip.
Kendini, böylesi harcayamayacak kadar seviyor güneşi, aydınlığı ve sarı papatyaları.
İçindeki şarkının bittiğini biliyor.
Gün batıyor.

Ucu ateşe verilmiş bulutlarla yanan, kırmızı bir gökyüzünün altında papatyalar kendine kapanıyor. Sabahı bekleyecekler, her gece yeniden ölüp, her sabah yeniden doğacaklar. Güneş onları asla terk etmeyecek, yağmur boyunlarını bükmeyecek ve yana yana ilerlerken güneşe biliyor ki  insanoğlu asla tabiat kadar, bağışlayıcı, affedici ve kucaklayıcı olamayacak. Bir daha aynısı asla yaşanmayacak. Bir dal bile aynı rüzgarda iki kere sallanmaz, ötesi olmayacak.
Karşılıksız, beklentisiz ve masum bir sevgiyle bakarken sarı papatyalar size, zulmeden zalimlerden olup da bükerseniz boynunu, neşesini hüznünün ruhunu görmezden gelirseniz tabiatta size karşı adil ve bağışlayıcı olmayacaktır. Elleriniz, gözleriniz ve öfkenizle hırpalarken sizi sevenleri, yapılan haksızlık karşılıksız kalmayacak, hayat size kolay güzel ve güneşli olmayacaktır. Güneşi görmeden, küçük dünyalar yaratıp onların içinde, biat ile kendinizi yoracaksınız, uğruna feda etmeye kıyamadığınız her şey sizi kendi esaretinizin çıkmazında hırpalayacaktır.


Kopartılan ve fırlatılan üç günlük sahte çiçekler gibi harcanacak hayat. O zaman da kimse dönüp bakmayacak, kimsenin umurunda olmayacak..
Bir zaman da umurunda olduğunuz da güneşin sıcaklığıyla, içinde biten bir şarkı ile, güneşe dönecek yüzünü. Bütün hesaptan kitaptan, çıkar çatışmalarından uzakta bir yerde kalbini avutacak. Yalnız kendiyle avunacak insan, güneşin onu terk etmeyeceğini bilerek.