31 Ağu 2012


Yazın son günü de kopup gitti takvimden…
Ne fark eder ki diyebilirsiniz, her gün birbirinin devamı iken… Bir kitabın, bir mevsimin, bir hikayenin sonunu yazmak buruktur. Yazın son günü de aslında içinizdeki hikayenin de sonuna geldiğinizi fark etmek, bir şehri terk etmek, inandığınız değerleri yıkmak ve köprüleri yakmak adına bir sebeptir. Bir mevsim biterken aslında önünde kocaman ve siyah bir kış olduğunu inkar etmek iste insan. Çay bahçelerinin boş sandalyelerine, artık yavaş yavaş sessizliğe gömülen parklara, gecenin serinliğine alışır da, içindeki hikayenin sonunun belki de çirkinliklerle yazılmasına alışamaz.
Her mevsimin ayrı bir güzelliği var lafı, en az her yaşın ayrı bir güzelliği var lafı kadar yalandır. İnsanların gözünün içine baka baka nasıl yalan söyler insan? Bu yalnızca kendini ve karşısındakini tesellidir. Herkesin içinde yaşadığı sonsuz bir mevsim vardır. Kimileri ömrünü kara kışlara teslim eder, kimilerinin ömrü de şakacı yazlarda geçer.
Bahar olmak güzeldir, yalancı değilseniz eğer.
Son olmak da güzeldir, hiç gitmeyecekseniz eğer.
Hayat koyduğunuz cam fanusun içinde durduğu gibi durmuyor. İnsanların hayatlarından mevsimler çalmak, bir “hiçbir şey” lerle özetlenmiyor.
Fakat artık kimse bunları umursamıyor.
Deniz kenarları sessiz, bahçeler özensiz, parklar bomboş….çay bahçelerinde çalan şarkılar, ıslak bir yağmur altında susmayı bekliyor.
İnsan hayatının bir yerinde, bir mevsimin sonuna geldiğini yalnızca içindeki boşluğa baktığında anlıyor. Hesapların altında kurban gittiğini, özensizce ve hoyratça birden bire fark ediyor. Bu saatten sonra da, bütün bunların hepsini alt alta okuduğunuzda bir anda anlamsız bir harf yığınına dönüyor. Kocaman bir hiç diyiveriyor insan, ne öfke, ne sevgi… Tıpkı yazın bu son günü gibi. Sanki o yaz hiç yaşanmamış gibi, naftalinleyip kaldırıyor eskilerini.
Eskimek başka şey, yaş almak başka…
Durduğu yerde eskiyen olmak ise bambaşka…
Bazı şeyler eskidikçe değerlenir oysa, eğer özünde kıymetli bir şey varsa…
Artık kıymetsizliğini gördüğünüz, eskiyi saklamak demek, hayatınızı çöpten kulelere terk etmek demek. Ki kimsenin hayatı değersiz değil…yazdıkları, düşündükleri, sevdikleri çöplüğe terk edilecek kadar “önemsiz” değil…
Önemsiz olan, çiğliğin içinde yuvarlanan sadece insanlar…
Uzaktan yüzyıllık ağaç gibi duran, yanına vardığınızda sadece öylece duranlardan olduğunu fark ettiğiniz, “hesaplı” insanlar…o kadar.
Sonbahar biraz daha kendini gösterdiğinde, ben burada olmayacağım. Muhtemelen, yaprakların düşüşünü, artık iyiden iyiye ölgünleşen güneşi, üşütecek kadar serinleşen havayı ve bir örnek kentin, bir örnek insanlarını görmeyeceğim.
Bu sonbahar bir yaş daha ilerleyeceğim…İnkarın, ikrardan geldiğine asla ikna olmayacağım, sukutun altın olduğuna ise kimse ömrümce beni inandıramayacak. Sözleriyle var olur insan, yazdıkları, çizdikleri, söyledikleriyle…Bütün kutsal kitaplar sözün kutsallığı ile başlar. Birbirinin en yakını olanlar gün olur da birden bire bir “hiç” likle uyanırlar. Yalnızca her mevsimin kıymetini bilene “hiç” bir şey olmaz.
Aklınıza bir filmin sahnesinden tuhaf bir yazın gelir:

“Yaz birmiş yazıt bırakmazsızın, dünya neşeyle esrik ama yeterli değil. Sonsuz yaşamın himayesi ilgisiyle mest oldum, ikna oldum şansıma ama yeterli değil. Hiçbir yaprak, asla sararmadı, hiçbir dal hoyratça kopmadı; gün, cam gibi her şeyi yıkadı ama yeterli değil” (stalker)

Konuşmak, dinlemek anlamaya çalışmak köü değildir. Kötü olan insanları, mevsimleri ve nihayetinde koca bir hayatı geçiştirmektir. Her mevsimin ve her hikayenin bir hiçlikle ve çirkinlikle son bulmaması dileğiyle..

16 Haz 2012

AZALAN SENFONİ


“sen seç kendine bir hayat 

ve öylesine yaşa, 
nasılsa 
kaldığın yerden vurgun sürdürür 
ve hep bak kendine 
birörnek aynalara asi bir suret bırak 
baktıkça gözlerin 

kendini öldürür...”
M.M.
Susuyorum. Susarak büyütüyorum içimdeki ölüleri. İçimdeki ışıkla bilediğim, çeliğine gözyaşıyla su verdiğim kör bıçaklar, benden başkasını kesmiyor. İlk ve son kez kandan alıyor mürekkebini kalemim. Bazıları azalarak, kendini azaltarak ilerliyor.

Kazanarak değil, yiterek ilerliyor.

Yite yite, kendinin sonuna geldi mi insan yeniden görür aynalarda azalan suretini.
İki kanayan yara gibi dikilir insanın karşısına iki düşman. Bir söyledikleri, bir de asla söyleyemedikleri. İkisi yorar birbirini.

Azalır senfoni….
Kırılır bir yerlerde yarımlıklarla beslenen umutlar. Kırılır bir yerlerde acımasızlığın göbek adı, ağzımızda buruk anıların şarap kokusu, süpürür herşeyi birer birer.

Ben kendimi en onulmaz dar ağaçlarında astım ruhumdan. Binlerce kere dönüp baktım kendime, kimsenin üzülmediğini gördüğümde, dedim ki; neye yarar içindeki acı, neye yarar içinde taşıdığın yük. Dünyanın derdine bu kadar kendini kaptırmış yeşil gözlü bir çocuk, kendi yarasından başkasını göremez oldu.  Örselenmiş, hoyrat davranılmış ve acımasızlıkla karartılmış bir ömür.

Azalır senfoni…
Sessizlikle azalır, acımasızlıkla.

Artık heyecanlandırmıyor, uykusuz gözlerle sırtını bir şehre dönen çocuğu, bir yerlerde bizi beklediğini sandığımız rüyalar. Eskidi içimle birlikte büyüttüğün o kocaman boşluk. Şarkı bitti.

Ve azaldı senfoni…
Gündelik hayatın telaşında, eski neşesini tadamayacak kalbim bir daha.

Bu vakitten sonra dilediğim günler gelse neye yarar. Eski fenerler, eski gemilerle; eski limanlarda çürümeye bırakıldı, büyük şilepler gibi, paslı ve delik deşik.  O fener söndü, gemi cesedini vurdu suyun yüzüne. Kimse üzülmedi, kimse.

Akşamların geç geldiği bu Haziran günlerinde bol ışıklı yazılarla suyun yüzüne vursaydı yüreğim. Kırgınlıklar, kırılganlıklar bu kadar söze rağmen kelimelerin arkasına saklanmasaydı. Öfkenin ardına saklanmasaydı, vurgun yiyen dip balıkları gibi vursaydı suyun yüzüne, çözülseydi ve kalmasaydı geriye bir tek kelime bile. Bitseydi.

Bitiyor velakin açıktır azaldı senfoni…
Azaldı kalbim.
Ve bütün iyi niyetim... Acıyla, göz yaşıyla, acımasızlıkla….
Azalıyor senfoni.

Dünyadaki tüm kırgınlıkların adına, kalbine gelen yansımalarıyla bir ses, tek bir sesti esirgenen. Ben de bir yemin ettim, suskunluk yemini de değildi ettiğim. Yüreğimdeki ve bedenimdeki yaralar adına, kelimelerimin ardına saklandım ve dedim ki: “Bir daha yüreğini kimseye açma.”

Şimdi bakıyorum kendime, daha dört mevsimden bile geçmemiş arkadaşlıklar, kırk mevsimden geçmiş aşklar, sırf birbirini yormasın diye bütün bunlar, içinde yok olduğum hayatlar. Kırmamak adına kırdıklarım, sevmemek adına delicesine sevdiklerim. Neye yarar?

Azaldı senfoni…
Azaldık, yiterek ilerledik ruhum. 

Kutsanmak değildi de derdimiz, yarası sırtımıza vuruldu. Vurulduk, düştük, görmedik ama sevdik. Bütün o insanların çirkin gözlerinden, yargılayan sözlerinden uzak, eski bir limanda çok uzak bir iklimde sevdik.

Anlaşılamadı. Bildim, ruh, yalnızca yordu kendini. Daha çok öfkelendi, daha şiddetli esti, dağıttı her şeyi. Aynı sonda ilerledik.


Ve azaldı senfoni.
Her sustuğumuzda daha çok azaldı.
Her gördüğümüzde yaralarımızı, daha çok azaldı.
Yaralı hayvanlar gibi çırpınıp durduk içimizde ördüğümüz kalelerde.
Duvarlar yıkıldı, kırdık ve kırıldık.
Azaldı senfoni…

Hala varsa eğer, bu yazı da duyabilen herkese yazıldı.

31 May 2012


Bana yüzünden çizgiler ver.
Yarına kalmasın hiçbir acı.
Bilirim, susarken ettiğin yemin,
sözle tutulmuyor....

26 May 2012

GÜN SARISI


Sarı bir zamanın suretine yazılmış, gün ışığına bulanmış, ay parçası, gündüz yıldızı bir öğleden sonra. Buğulu bir çiçek kokusu rüzgarın eteklerinde, neşeli bir yaz gününden bir yaz gecesine geçmeye hazırlanan yangın yeri misali bir gökyüzü…
Kışa dair tüm kırgınlıkları unutmuş, bütün yaralarını sarmış, kendini yeniden yaratmış yeryüzünün bağrında bir papatya tarlası uzanıp gidiyor. Aydınlık bir yol kenarı, buğulu bir sıcak.
Bütün kış toprağın altında sabırla bekleyen papatyalar neşeli kahkahalarla  rüzgarla oynaşıyor, alabildiğine uzanıyor göğün altında sapsarı bir renk, nerede bittiğini kestiremiyorum. Kendine dargın gözlere iyi gelen, bütün yaşanmışlıkları ısrarla unutturan bir aşkın içinde aynı tutkuyla açan sarı papatyalar.
Pek bir gönülsüz yanaşan, sonra yaktığı yere dönüp bakmaya tenezzül dahi etmeyen hercai menekşelere inat ayakta duran boynunu bükmeden, bağrını güneşe açan, cesur papatyalar.
Sarı sapsarı bir rüyanın içinde, güneşin koynunda fısıldaşıp duruyorlar. Öyle etrafı izliyorum, bulunduğum yüksekçe bir yerden.

İnsanın tenini yakıp kavuran güneş kadar sarı saçlarıyla bir kız görüyorum durduğum yerden.
Gülümsüyor papatyalara, ellerini üzerinde gezdiriyor, papatyalar ürperiyor rüzgardan. Saçlarını savurduğunda rüzgar daha bir ahenkli esiyor. Gün batarken, kızıla bürünürken gökyüzü bir kez daha kalbindekini düşünüyor. Bütün kırıklıklarını ve acıyı bir kenara bırakıp, güneşin tam orta yerinde, yorgun değil taze umutlarına bakıyor.
Bundan sonra söylenecek her sözün suya yazılan gibi boşyere olduğunu ve olacağını biliyor… Yalanlar o sır dolu maskesinden sıyrılıp önünde bütün çıplaklığıyla kaldığında, bütün sırları dökülüyor aynaların, mucizeler inanan kalp eskiyor. Bundan böyle kendinden başkasına inancı kalmıyor insanın.
O da sarılıyor kendine, kollarını açıp kendini sarıyor ve bırakıyor kendini sarı papatyaların arasına…Umursamıyor, bütün güzelliğini güneşe veriyor. Sıcak hava ruhunu üşütmüyor ve biliyor ki üzerine kalem oynatmaya dahi gerek olmayan ruhlara, kitabeler yazanlar asla kaybeden olmuyor.
Bencilliğinden sıyrılamamışsa insanoğlu yapacak bir şey kalmamıştır onlar için. Üzülmek de yersizdir..Herkes kendini bilir, içindekinin değerini kıymetini, kendinden vazgeçen bir ruh için yapacak bir şey yoktur.
Kendi yorulmuşluğunu bir yana bırakıp, severken yormadığını ve bundan böyle de yormayacağını biliyor. Güneşe gülümsüyor. Sarı papatyaların arasında, yalın ayak güneşe yürüyor…yanmaktan korkmadan yürüyor.

An gelir, bir yalan söyler insan kendine,unutur avutur kendini. Vucuttaki “incinme” bile bir süre sonra toparlar da iyileştirir kendini, acısı geçer. Korkunun krallığında üzerine alınıp yaşayanın ne duyduğunu, ne bildiğini, neden böyle davrandığını zerre bilmeden anlamadan, iki kelamı dahi çok görenin, selamsızlığını, acımasızlığını, küçük dünyasına tanrı olmaya soyunanın asla kendi karşısında çıplak kalamayacağını bilerek yürüyor güneşe. Yanmaktan korkmadan…
Omuzları, boynu terliyor sıcakta, şifon elbisesi sıcak rüzgarda dalgalanıyor.İnsanların acımasızlıklarını, hadsizliklerini, değersizliklerini asla anlamayacak…Sonuna kadar yaşayacak bütün tutkularını, bütün aşklarını, kimseye aldırmadan, o kendini biliyor, başkasını anlamaya çalışmadan…
Kötü bir söz yok içinde, bundan sonra da olmayacak.
Nefret, öfke, kızgınlık…yok.
Çünkü bunların hepsi bir insana yüklendiğinde, ömrünce peşinde sürükler edilen ahı. Ah etmeye dahi değmezdi, değmeyecek biliyor.

Güneş o kadar sıcak, o kadar şefkatli ki onun kollarına bırakıyor kendini. Sarı papatyalar ardında neşeli kahkahalarını bırakıyor.
Karşısında  yüreğiyle “dur”mayı ve konuşmayı  beceremeyen, neye olduğu belli olmayan öfkesiyle yanız kendini çıldırtan, neden diye soranı yanından uzaklaştıran, uzatılan eli havada bırakan, kendi ruhunun kışında yaşayanların hezeyanlarını taşıyamayacak kadar güzel, aydınlık ve umutlu bir ruha sahip.
Kendini, böylesi harcayamayacak kadar seviyor güneşi, aydınlığı ve sarı papatyaları.
İçindeki şarkının bittiğini biliyor.
Gün batıyor.

Ucu ateşe verilmiş bulutlarla yanan, kırmızı bir gökyüzünün altında papatyalar kendine kapanıyor. Sabahı bekleyecekler, her gece yeniden ölüp, her sabah yeniden doğacaklar. Güneş onları asla terk etmeyecek, yağmur boyunlarını bükmeyecek ve yana yana ilerlerken güneşe biliyor ki  insanoğlu asla tabiat kadar, bağışlayıcı, affedici ve kucaklayıcı olamayacak. Bir daha aynısı asla yaşanmayacak. Bir dal bile aynı rüzgarda iki kere sallanmaz, ötesi olmayacak.
Karşılıksız, beklentisiz ve masum bir sevgiyle bakarken sarı papatyalar size, zulmeden zalimlerden olup da bükerseniz boynunu, neşesini hüznünün ruhunu görmezden gelirseniz tabiatta size karşı adil ve bağışlayıcı olmayacaktır. Elleriniz, gözleriniz ve öfkenizle hırpalarken sizi sevenleri, yapılan haksızlık karşılıksız kalmayacak, hayat size kolay güzel ve güneşli olmayacaktır. Güneşi görmeden, küçük dünyalar yaratıp onların içinde, biat ile kendinizi yoracaksınız, uğruna feda etmeye kıyamadığınız her şey sizi kendi esaretinizin çıkmazında hırpalayacaktır.


Kopartılan ve fırlatılan üç günlük sahte çiçekler gibi harcanacak hayat. O zaman da kimse dönüp bakmayacak, kimsenin umurunda olmayacak..
Bir zaman da umurunda olduğunuz da güneşin sıcaklığıyla, içinde biten bir şarkı ile, güneşe dönecek yüzünü. Bütün hesaptan kitaptan, çıkar çatışmalarından uzakta bir yerde kalbini avutacak. Yalnız kendiyle avunacak insan, güneşin onu terk etmeyeceğini bilerek.

19 Nis 2012

RÜZGAR'A YAZILAN...


“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim artık yalnız sana itimadım var.” 
Sabahattin Ali

Göğün bağrından kopup gelen bir feryatsın, önünde duramıyor toprak… Güneş gizlemiş kendini bulutların arkasına da dalgın dalgın, seyreyliyor âlemi. Kokusunu, ümidini, getir de dört bir âlemin, hiddetini kendine sakla, hülasa yeterince hiddet var dünyada.

Acınası bir mevsimdir gelip geçiyor ömrümüzden, ne esen yelde, ne günde güneşte, adını sakladım denizlerin diplerine, dip balıkları gibi vurgun, yedik, su yüzüne çıktığımızda dönüp de bakan olmadı. Bir denizcinin şarkısından aldım selamını rüzgar…

Es, es de götür bütün acı hikayeleri ömrümüzden, bir laleler hatırlasın bizi, nazlı bir mevsimde, çeliğine su yürüyen, güzelliğini göstermeye ürkek utangaç laleler..Rengi sarı olsun. Belli ki bir yağmur damlası kadar hatırımız kalmayacak âlemde.

Dök içini, yerinde yeller essin, yoğun bakıma alsınlar gözlerimizi, edilmemiş iki çift kelamın da boynu bükük kalsın. Rüzgâra anlattım, hiç de ayaküstü yaşanmamış hikayelerimi, ömrümden olanı ardımda bırakacağım, az kaldı. Her şehir bizden habersiz yazar kendi kaderini, yaşaması insanlarının payına düşer.

Kocaman zamanlarımızın ortasında, meşguliyetlerimiz yüzünden zamansız kalalım. Zaman kayıplarından kaybettik ömrümüzü, bilemedik belki zamanı değerli kılanın, ona anlam biçip, saatlere dakikalara bölenin de yine insan olduğunu. Zaman insandan zerre haberdar değil. Soğuk buzdan bir kapı gibi zaman, üzerimizde öylece kilitli kalan.

Bilirsin, çok dinledin de tekrarlara girdi hep. Biz birbirine uzak, birbirine hasret ama asla “bir” olmayan ve belki de olamayacak olan, porselen bebekler gibi, zamanın bir köşesinde eskimeye bırakıldık. Kırılmaktan sakındık, kırmaktan sakındık, yıllar oldu da konuşmadık, buzdan bir kapı gibi bizimde üzerimize kilitli kaldı zaman.

Kaç insan tanıdın hayatında, sadece bir kişi mutlu olsun diye kendini silmeye bu kadar gönüllü olan? Kaç yıl oldu sahi, rüzgâra verip de ruhumu, hiç bilemeden kendimi unuttuğumu, ben de hatırlamıyorum…

Zaman mefhumu yok benim lügatımda, görüyorsun, o sebepten bir “kayıp” da yok. Hayatta kaybedecekleri için zamanı sahiplenenlere imrenerek baktım hep.  Dondurabilseydim eğer, tek bir anı dondurmak isterdim ömrümde, tek bir kare… Olmadı, olmayacak da biliyorsun.

Uykularımı götür rüzgâr, canım yana yana, “can”ımdan olanı da katıp yanıma, gidiyorum bu sefer. Birbirini göremeyecek olduktan sonra, ne fark eder, ha bir sokak, ha kilometreler…

Canımı yakmadan, es, geç yanımdan, “can”ıma dokunmadan geç, acıtmadan, yeni açmaya yüz tutmuş bahar dallarını kırmadan geç.. Zira bu yaz ayrılığın ilk yazı olacak, hiç “bir” olamayanların ayrı-lığının ilk yazı olacak…

Üzüntüm nedir bilir misin, kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden yaşayıp gidecek. Uzun zamandır beklenen bir yola çıkarken, ayrılırken bu şehirden, belki de yaşanabilecek en güzel hikâyeyi arkamda bırakırken, gizli gizli ettiğim vedayı bilmeyecek. Ardından uzun uzun bakılan bir gidişim yada bir gelişim  de olmayacak bir daha…yüreğime soktuğu hançeri içimde bir daha döndüremeyecek, bakışlarıyla, duruşlarıyla ve sessizliğiyle bunu bir daha yapamayacak.

Upuzun yollar girecek araya…
Unutulacağız, zaman bizi unutacak…

Zira Bizans eskisi, hafif meşrep, iskeleti kırık, yarası bozuk bir şehirde, denizin kalbinin ortasındayken de tam, “habersiz”, “sessiz” ve “uzak” olmak ve ansızın fark etmek yalnızlığımı ağır olacak, biliyorum.. kurşun gibi ağır yollar tutsak ediyor bizi şehirlere,  apanıyor şehirlerin kapıları bir bir, hele de geceleri… Geceleri, uyuyamadığım kadar olsun uykusu…

Sen ardını dönüp-de gitmezsin bana rüzgâr, yalnız başına kalakalmalardan çok acıdı bu kalp. Çıkar-ımsız sevdi insanları, o yüzden çok hırpalandı. İnsanların acımasızlığından kan içinde kaldı. En güvendikleri, en acımasız hikâyesini yazanlardı.
Hiddetlenme o yüzden, karşında kim var bilmek istedin madem diyeyim, çiçekleri nisan karlarının altında can veren bir bahar dalını kırma… Zira yakındır gidişi, istemese de başka bir kentte, başka bir mevsimde açacak…
Gidişi, suskun, yaralı ve biraz kırgın olacak…
Ardında “can”ını bıraktığını sanacak ama canı saydığının, canından can kopmayacak, üzülmeyecek bile belki… üzülse de hem demeyecek…

Ne sana anlatacak derdini rüzgar, ne bana..
Benim itimadım bir tek sana, bil ki yollarda azalacağım…

O çok sevdiğim şairin, o çok sevdiğim şiirindeki gibi:

“müjdesi olmayan yol 
 sonunu bildiğin kader,
 bile bile git 
 kimi ferman yollarda azalır”  M.M. 









6 Nis 2012

BEYAZ SENFONİ


Işıklı bir mevsimden geçiyor bu yazının yolu.
Toprağın öz suyu, kendine doygun, yeni yeni filizlenmeye başlayan bir başlangıca haber veriyor. Simli tozlar yağıyor gökten, beyaz çiçekli bir mevsimi haber veriyor, tabiatın o rengarenk dokusu, canlanmanın habercisi gibi ılık bir rahia bırakıyor kalplere..Soğuk karşısında insanın acizliği ılık bir meltem rüzgarına hasret, aç gözlerle bekliyor, dünya kendine dönüyor.
Badem ağaçları telaşlı bir hazırlıkta, çiçek açacakları mevsime gülümseyerek bakıyor.
Tabiatın o beyaz senfonisi, yeni baştan yazıyor öyküleri.
Arkasında bıraktıklarını düşünmüyor, uzun bir çığlık, neşeli kahkahalara bırakıyor yerini. Kocaman bir bahçe, ortasında devinip duran alıngan bir saklı su, gizemlerini keşfetmeye çağırıyor insanı.
Kan damardan daha hızlı akıyor, daha heyecanlı, daha devingen ve daha istekli, yeni olana aç yürekler bu beyaz senfoniyi dinliyor ve bekliyor sabırla tabiatın cömert kollarını..
Geceler kısalıyor, karanlık daha az yer kaplıyor artık zaman içinde..
Güneş insanın yüzünü yakıyor, bereketli doğa filiz veriyor topraktan, çoğalıyor, kalabalıklaşıyor, cümle mahlukat yavaş yavaş çıkıyor arz üzerine. O siyah yalnızlık beyaz bir kalabalığa dönüşüyor.
İnsanın ruhu da çiçekleniyor, umutlanıyor, heyecanlanıyor..Gündüz gibi beyaz ve aydınlık gülümsemelerle yaşıyor bu rüyayı. Bahar, her yere eşit geliyor, çiçeklerle, beyaz aydınlık yollarla..
Güney kentleri daha erken karşılıyor bu senfoniyi, kuzeydekiler ise bekliyor sırasını…
Bitmeyen bir sukutla hayatının mükâfatını bekleyenler, sonunda muradına eriyor.
Her gece nasıl sabaha eriyorsa, her kışın sonu da eninde sonunda bahara çıkıyor…
Her baharı kendine has bir rengi vardır. Bu baharın rengi beyaz. Kara kışlardan çok çektiği için belki de..
Nasıl yaşıyorsun kendi baharını ?
Siyah bir mevsimde artakalan bedenini sürüklerken, şehirlerden şehirlere kurtulabiliyor musun kendinden?


Bak beyaz bir senfoni sürüp gidiyor dışarıda…diyeceğim odur ki bunca harf yığınından sonra; sadece “yaşa”…doya doya yaşa…

SİYAH SENFONİ


Güneşin gözyaşları, dünyanın üzerine düştüğünde, arz yuvarlağı küçücüktü. Sancılarla, karanlıkla, kara bir senfoniyle başladı hayat…Her başlangıç sancılıydı, doğum gibi, ölüm gibi, karanlığın öz suyundan doğan insan, günah diye bilinen bir hazzın ertesinde, vücuda geldi ve karanlık yanını taşıdı içinde.
Yalnız kalmıştı, yalnız bırakılmıştı, doğarken de ölürken de yalnız ve çıplaktı. Kan, ter ve hazdı yaşamın çeliğine su veren. Bütün “dokunulmazları ve kutsalları” bir bir sallandıran o tutkuydu.
Kimse ama hiç kimse tutkuları, düşleri ve arzuları olmadan, karanlık yanından beslenemez. Bencillik ve korunma güdüsü bu karanlık taraftan mirastır insana ve tüm kaygıların temelinde yatar ölüm korkusu. İnsan aslında bedeninde yabancı, ömründe misafirdir. Zor olan ise bunu kabullenmesidir.
Siyah bir senfoninin esaretinde bir ömür taşıyan, huzursuz beden, sanadır sözüm. İnsan bu dünyada yalnız, kendi yaşamasından çıkardığı hazlarının esaretinde var olmamalıdır. Kendi varlığından ve aciz bedeninden daha önemli ve erdemli değerleri ile varlığını anlamlandırmalıdır. Kendinden başkasını önemsemeyen ve zerre düşünmeyen, tıpkı doğarken ve ölürken olduğu gibi yaşamı boyunca yalnız ve yalnız kendine mahkumdur.
Ey kendini çok seven, bil ki ne zaman birini kendinden çok sevmeye başlarsın anla ki yalnızlığın o siyah senfoniyi parçalayarak güneşin göz yaşlarına dönüşür. Güneşin o aydınlık çiğ taneleri hayatına düştüğünde geleceğe filizlenirsin. Umutların yaşaman ve hayatın sürgün verir. İçtenlikten ve samimiyetten alacağın haz, yalnızlığın ortasındaki siyah senfoninde dinlediğin kendi sesini bastıracaktır. Konuşmaya korktuğun, sevmekten sakındığın her kim varsa çevrende, varlığında anlam bulacaktır. Yarım yarım bıraktıkların, senin yarımlığını tamamlayacaktır.
Bil ki herkesin ömrü, kendi mabedidir. O mabede soktukların, senin kutsalına dokunduğunda, karşılarında durup sen şunu yanlış yaptın demek boynunun borcu olsun. Çünkü kimse kimsenin mabedine, selamsız ve fütursuzca girmek istemez. 
Derviş hırkaları giymek için, çok gençsin çocuk. Gözler ruhun gücünü gösterirmiş, bilirim ki güçlü bir ruhun var. Üstesinden gelemeyeceğin hiçbir şey yok ömründe. Daha baştan kara yazılmış, siyah senfonilere mahkum etme hayatını. İzin ver sevmek isteyen seni doya doya sevsin, izin ver dostların “senden” olanı görsün. İzin ver seninle konuşmak isteyen konuşsun, sana dokunmak isteyen dokunsun. Hoyrat, meraklı gözlere aç demiyorum yaşamını fakat tenini sakındığın, sevgini göstermeye çekindiğin, gözlerini kaçırdığın, mutlak seni senden çok seviyor bilesin.
İnsan kendisini kalın duvarlarla örülü, sözde korunaklı “mabed” lere kapattığında, zanneder ki kimse erişemeyecek kendisine, ruhuna, bedenine. Bu hastalıklı güdü, git gide insanın mafsallarını felç eder, bir müddet sonra istese de çıkmaya cesaret edemez, kendi sözde doğrularının kalesinden. Oysa kimsenin cirit atmadığı en korunaklı kaleler bile, zamanla içten içe çürür. Yalnızlığın o nemli ve hastalıklı öpücüğü alnına değdikten sonra, bir daha kimseyi sevemeyeceğini zanneder insan. O kocaman ve ulu çınarlar, dışarıdan yıkılamaz gibi görünse de, içleri kemirildikten ve öz suları damarlarından çekildikten sonra kendi kendine yıkılırlar. O sebeptendir ki, yalnızlığıyla azalanlardan değil, paylaştıkça çoğalanlardan ol.

Ben senin mabedine girdiğimde, gözleri ve sözleri kirlenmemiş bir çocuktum. Eteklerimi savura savura ilerlerken, çevrene ördüğün o dikenli tel yüzünden, ellerim, avuçlarım, kalbim kan içinde kaldı. Sana dokunamadan, kurduğun darağaçlarında, yargılandım ve sonunda astım kendimi. O siyah senfoni, benim güneşten düşen çiğ damlalarımı bir bir kendi karanlığına boyadı. Hayata ve geleceğe dair içimde iyi kalan ne varsa, o yangın yerinde bıraktım. Ben bedenimi, senin siyah senfoninin tam ortasında yaktım. Ne yazık, dönüp de bakmadın bile. Cesaretimi ve acımı görmeye dayanamadı gözlerin. Şimdi, gördüğünde dön de bir bak, ne kalmış geriye benden…Bıraktığın yerde, o günü durumundan daha muhteşem görünmeyen bir siluet yalnızca. Bir kere izin verseydin eğer, belki o siyah senfoni yer yüzüne dağılacak ve çılgın notaları, ayın karanlık yüzünü dahi aydınlatacak, güneşten damlayan çiğ tanelerine dönüşecekti. Bir yangın yerindense, sevinçli çocukların koşturduğu bir bayram yerine dönecekti hayatımız. İnanmadın, inandıramadım..

Bil ki, çocuk..ne ben sana geç kaldım, ne sen bana erken…Öyleydi böyleydi derken, geçip gidiyor ömrümüz. Kabul et ,dünden daha iyi değil bugün. Ve hala simsiyah bir senfoni, uzak bir tepeden yankılanıyor...Ellerim ellerini arıyor karanlıkta. Yağan kar bile bu karanlığı aydınlatmaya yetmiyor, simsiyah bir gece tenimi üşütüyor.

Fakat biliyorum ki gün gelecek çocuk, bu ses giderek azalacak. Ellerimi yeniden tuttuğunda, o siyah senfoni, birden bire susacak. Güneşin, simli çiğ taneleri, toprağa yavaş yavaş düşecek. Ilık bir havada, yavaş yavaş sürgün verecek yarına dair ne varsa. Dönüp baktığında, yanında gördüğünden mutlu olacaksın. Yaşamın kendinden yeni hayatlar çıkaracak, varlığın çoğalacak. O siyah senfoniyi bir daha hatırlamamak üzere unutacaksın. Gülümsemeni, arzın üzerindeki cümle mahlukat kıskanacak. Çoğalacaksın…. Neşeli sahil kentlerinde insanlar senin gözlerinle bakacaklar birbirlerine.
Gün gelecek çocuk, o siyah senfoni, güneşin göz yaşlarıyla aydınlanacak. Ve bil ki:

“My arms will belong  only to you when that day comes.”




3 Mar 2012

OLASILIKSIZ



Günden güne azalarak ilerliyor zaman… Hırçın dalgalarıyla limanları döven denizin o dalgın, kara, azgın suları içimi yıkıyor. İçimde şehirler yıkılıyor, her gece adını bilmediğim bir sabahın koynunda uyanıyorum. Dinlediğin, söylediğin, savaştığın, yenildiğin ne varsa içimde taşıyorum. Bir “göze alınamanın” hikayesidir bu..

Terk ettiğim her şehirden daha çok sevdim seni, evet zamansız,evet sorgusuz, evet sualsiz..İçindeyken sorgulamaz insan çünkü, içindeyken düşünmez adeta öncesiz ve sonrasızdır. KÜÇÜK hesaplaşmaların insanı olamadım ben, BÜYÜK hesaplarım da olmadı. Hele hesaplayan hiç olmadım. Olasılıkların da peşinden koşmadım. Övünerek söylemiyorum ama analizlere ayıracak vaktim de hiç olmadı. Öncem yoktu, sonram hiç olmadı. Bütün ön yargılarımdan, sözlerimden, hesaplarımdan arınarak geldim.
İnsanları merak ettim, evet ama sorgulamadım. Onlar için endişelendim evet ama yargılamadım. Kalemin ve kağıdın büyüsüyle eskidim, arkamda eskimiş bir çocukluk bıraktım. Eskimiş çocuklarız biz ama çocuk gibi davranmak için büyüdük artık kabul et. Köşe kapmacalar, tuhaf akıl oyunları ve gecenin bir köşesinden çıkıp gelen şarkılar için savunmasız kaldık.

 İnsan neyi özlediğini bilemeden özleyebilir mi?

Bilmiyorsa ancak tahmin eder ve kendi gerçeğiyle yüzleşmekten  kaçar. Muhasebe defterlerine benzemez aşk. Borçlusu da alacaklısı da aynı tarafa yazılır. Karı, zararı, kazananı, kaybedeni yoktur. Zalimiyle mazlumu durur yan yana.
Koparak çoğaldık, yaşayarak azaldık. Bir gözlerimiz kaldı geriye, kırgın, dalgın, huzursuz…
Yaşanan, söylenen onca şeyden bize “bir yaşamak” kaldı..Sorgusuz, sualsiz, hep aynı döngüde, hep aynı sınırların içinde.
Ben yazıyorum, sen susuyorsun.
Ben sonunu biliyorum, sen olasılıklarını hesaplıyorsun…
Ben büyüyorum, sen eskiyorsun, cocuk yüzleri gibi..
Canım yanmadı, karanlıkta, kendi yıldızını arayan eski bir denizci gibi umutsuzca gökyüzüne bakıyorum. Şakacı yıldızlarla baş etmenin zorluğunu yeni yeni anlıyorum. Arada bir göz kırpıp insanın rotasını alt üst eden eski bir yıldız gibisin. Adındaki bu tuhaf ironi tesadüf olamaz değil mi?
Hesapla bütün olasılıkları…
Biz  gözlerimizi kapayıp olasılıksız kalana dek. 

27 Şub 2012

Vebali Eylül'de...

Sen yine sükûtunu giy.
Bir eylül akşamı yerlerde yaprak cenazeleri, ılık yağan bir yağmur ve sonsuz bir sukut. Beni içine almadan bu eylül, bütün kuytularımı gömdüm senin şehrine. Yazdığım her kelime bir akşam üzeri şarkısı sana uyu diye. Batık bir eylül gemisi gibi vurdum şehrin en aksi yerine. Kıyılarında dolaştığım bu eylül, diğerlerine hiç benzemiyor oysa. Tüm iyi niyetiyle, akşamın son ışıklarıyla insanları sarıp sarmalayan bu ılık yağmur, kopacak fırtınanın habercisi gibi geliyor, kimsenin bilmediği bir dilde...Ilık bir yağmur yağıyor ve ılık bir kan sızıyor gecenin bir yerinden. İnsanların yüzlerinden, yüzsüzlüklerinden kirleniyorsun sen de ben de..Ne ironidir insanlara dünyanın haberini taşımış insan "haber" siz kalıyor, kendinden, geleceklerden, onlardan, bizerden, sizlerden,senden..
Gece taşıyor aynı şehri aynı sabaha, oysa ben bir körebe gibi hem seni hem kendimi arıyorum eylül ışıklarının altında. Tek bir kelimenin altına sığınmış bir şiir gibi olamamnın, tek olamanın, siz değil sen olamamamın Eylülü bu bahar.Eylülsüz bir sonbahar neyse, insansız kalmış bir şehir de o..
Sen yine sükûtunu giy.
Ben gece yarısı ışıklarının arasından, aralanmış bir perde gibi geçerken zaman, sonbaharın rüzgarlı eteklerini savuşturan telaşını her mevsim yerlere dökülen yaprak cenazelerini gördüm. Daha ilk günden hem de eylülden geçtim bugün. Eylül kalır mı dersin benle?Bir de dokunup da durdurabilsem nabzımda attığın yeri..
Eylül, ılık yağmurlarını dökerken tenime, ağustos sıcağından mayıs sıkıntısına, bir şizofren yasını geride bırakmışken, bir büyük şairin dizeleri takılıyor dudağıma : "Sonbahar sarsıntılarla gelir, dipten ve derinden; dağılır sis yelkenlileri ederli eylül gemilerinden"
O kederli Eylül gemileri, her sonbahar hayaleterini gezdirirken üzerimde ve işte fark ettim ben de..Söylenmemiş tek bir kelimem bile kalmadı geride. Vebali Eylül'de.

5 Şub 2012

KAR KARANLIK

Zemherinin ortasında
hatırlamak üzerine bir yazı…


“Kim bağışlayacak gözlerinizi, kim bağışlayacak?
Kim bağışlayacak bu unutuşları? Kim, kim, kim….”

Kalbiniz için kelimeler getirdim, kendi sessizliğinden boğulan kelimeler, birikip birikip de yatağına varamayan nehirler gibi..Neyi eksik yazdım, neyi yanlış söyledim, üzdüm mü sizi?
Üzülmeyin, kimsenin sevemeyeceği kadar çok sevdim sizi, renginizi, gözlerinizi, unutkanlığınızı, var oluşunuzu, hatırladıklarınızı veya hatırlamadıklarınızı…
Unuttukça eksilirsiniz, bir hayal misali yaşıyorum evet, o yüzden hatırlamanız da zor olsa gerek..

Hatırlamak “Hatır” dan gelir, hatır “hatıradan”.. Hatır yoksa, hatıra da yoktur zaten..

“unutmak, yıldızların ciğerine saplanan
bir lâle yaprağına gömmektir sevgiliyi ve unutulursa şair, sen de unutulursun”

Artık ölü şairlerin sözleri de kurtarmaz bizi… Zemheride kor ateşlerin ortasında yaksam bu yazıyı, zerre damlamaz kanım, zerre acımaz içim çünkü ne hatırlanmak ne unutulmak umurumda… Umurumda olan yalnız gözlerinizin o acı kahve, buruk tadı, çünkü o tat ruhumda kaldı.

Ne uzun bir yol var bu yazıda, ne bir terk edilişin acısı, ne de kara kışın ortasında hatırlanamama sancısı. Karlı bir gecenin sabahı unutmak için iyi bir vakit değil. Yoksa üşümüyor musun artık? Kelimelerim ısıtsın içini ki benim kelimelerim ucu yontulmuş çakıl taşları gibi kalbini kanatmaz, zerre etmez sitem…
Bir hayali yazmak, onu yaşamaktan daha kolaydır, doğrudur. Kendimi hatırlatacak kadar cesur olamadım hiçbir zaman. Bir aşkı öldürmek bir acıyı öldürmekte daha kolaydır. iki kelimeyi bir araya getiremez insan bazen, tutulur kalır. Oysa artık hiç anlayamadığım kadar iyi anlıyorum..Olur ya, yazmak gibi olmamıştır hiç konuşmak. Bazen istemediğimiz şeyleri söyleriz, bazen düşündüğümüzle konuştuğumuz birbirini tutmaz. Laf ağızdan çıkar bir kere artık…gerisi, iyilik, güzellik, sağlık …
Neden sır gibi saklar kendini insan, neden kollarını onu sevenden sakınır, anlayamadığım bir tek bu kaldı sanırım.

Şimdi bu harf yığını, karşılıklı edilen bir çift kelamın yerini tutmaz, tutmadı, tutmayacak..
Kar karanlık… “mahsuzcuktan unutmuş” bizi, tüm yeryüzünü yakıyor dışarıda.
Hatırlasana o insanların, dilleriyle, gözleriyle, sözleriyle soldurduğu hikayeyi. Hatırlasana, geceden sabaha hayatı çekiştirdiğimiz saateri.
Hatırlasana nasıl incitmekten ölesiye korktuğum bir çocuğa baktığım gibi sana bakan gözlerimi..
Hatırlasana bir sana söylemeye çekindiğim, ama senin şıp diye anladığın kelimelerimi.
Hatırlasana olmazlarımızı…
Hatırlasana “harika” olanı…
Hatırlasana olmazlar olur yapmaya yeteneksizliğimizi..
Hatırlasana sevmekteki acemiliğimizi…
Hatırlasana dokunmaya korkan, ürkek bedenimizi..
Hatırlasana bize her zaman açık olan o kapıları..
Hatırlasana “müsaitsizliğimizi”…
Hatırlasana nasıl özen göstererek “sevemediğimizi”..
Hatırlasana ne çok üşüdüğümüzü..
Hatırlasana benim balıklarını ne çok sevdiğimi ;)

Ve hatırlamasana o günü… Mahsuzcuktan oynadığım oyunlar yaktı çok canımı..
Hatırlasana “herkes gibisin” diye yalan söylediğim o günü.. Asla herkes gibi olmadın, keşke herkes olsaydı senin gibi..

Unutmak, benim gibi lanetli ruhlara bahşedilmiş bir lütuf değil. Yolda yürüyorum bazen kalabalıkların arasında, yüzünü arıyorum, insanların yüzlerinde, bir kere daha ne zaman görürüm, belki şu an arkamda yüyüyen insanların içinde, belki uyuyor, belki gülüyor… Güzel bir şarkı duyduğunda, güzel bir film seyrettiğinde, güzel bir haber aldığında paylaşamamanın hüznünü duydun mu hiç içinde?
Hiç o kafeye gidip de sırf yalnızlığın anlaşılmasın diye kendine defalarca kahve ısmarladığın oldu mu?

Hiç yazdıklarıma susmayıp da haykırmak istediğin oldu mu? Sen hiç birilerine böyle yazılar, şiirler yazdın mı?

Hiçbir insanı yaşarken öldürdüğün oldu mu, her an gülümseyerek kapından içeri girebilecek yakınlıkta olup da, bir adım atsa arkanı dönüp çekip gidebileceğin..
Kimi sevmekten bu kadar korktun?
Kim bu kadar sevdi seni?
Hayatını kime ithaf ettin…

kar yağıyor, kar karanlık…

Olmazı olur yapmak insanın işi..kimse kadere yada dünyaya yüklemesin bu işi..ne çin işi, ne Japon işi, bir insanın kanayan yarasını görüp de ona merhem olamamak, şu yağan kar kadar karanlık.

O karanlık kalkmadan, hatırlasak ne, unutsak ne?

7 Oca 2012

Güzel gözlü bir yolcuya Sevgili Hacer’e

YOLCU

Alnımı otobüsün soğuk camına dayadım. Yanımdan geçenlerin yüzlerine dahi bakmıyorum artık, alıştım yollara yolculuklara. En iyi intikam şekli kayıtsız kalmaktır yaşananlara, öylece ne bir ses ne bir seda ne de bir iz bırakmadan çekip gitmek. Çünkü söylenecek sözler kalmamışsa artık insanın hayatında, kalıp anlatmak da nafiledir…
Yorgun hissetmiyorum kendimi, yeni başlangıçlar yorgunluklara galip gelir. Hangi yolculuktan, hangi yol arkadaşı kaldı ki yanımda ? Hızlanıyor otobüs, şehrin yolları karanlıkta boşluktan ibarettir, evler karanlıkta sanki devasa yapılar gibi görünmektedir. Benimse gecenin karanlığını solumaktan başım dönüyor, hızlı hızlı geçiyor yanımdan bozkır kentinin kavak ağaçları..Yeni bir başlangıç için, yıllarımın tanıklığını yapan şehirden yavaş yavaş uzaklaşıyorum.
Yol sürekli gider gelir,birilerinden birilerine,birisi için bir yere yada bir şeye. Ama yolcuları olmadan yol, bir hiçtir, boşlukta bir çizgidir.

İnsan uzanmamışsa uzak diyarlara ,
Hep darağacındadır kendi yalnızlığının,
Hayat hikayeleri kesişmemişse bir yerlerde diğer insanlardan, çember daralıyorsa etrafında ;
Çekip gitmeyi ister ve gider de…

İster gönüllü olur bu ayrılık, isterse de gönülsüz fakat sonuç hep aynıdır. Islak asfaltta, korna sesleri, sabırsız far izleri, trafik ışıklarının kırmızı yeşil oyunu, hep kendi içine susan bir avuç yolcu. Kendimden uzaklaşmamın kaçıncı kilometresi bu? Kaç saat geçti üzerinden, nefesimin buğusu camda, alnım sıcak..Kapkaranlık bozkırın ortasında, otobüsün camından yansıyan kendi yüzüme bakıyorum..Dışarıdaki karanlığı hiçbir ışık kirletmiyor, ben de düşünmüyorum yarının ne getireceğini, kimler olacak hayatımda, daha kaç kere gülümseyerek uzaklaşacağım bir şehirden heyecanla…
Bulutlar dağların üzerinde gri mürekkepler gibi dağılıyor,
Artık ağaçlar siyah benekler gibi belirgin, toprağın üzerinde uzanıyor. Şafak sökmek üzereyken yol şeritleri birbirinin ardına atılmış düğümler gibi çözülüyor. Benim aydınlığım, benim şafağım, önümde uzanan aslında yol değil, benim yaşanmamış yıllarım..
Çok sevdiklerim de oldu, çok üzdüklerim de mutlaka. Eğer üzülen birileri varsa o şehirde sırf siz gittiniz diye, dönmek için de mutlaka bir sebebiniz vardır o zaman.
Bir yemekte bir arkadaşıma hep doğru kararları alsın diye bir zar hediye etmiştim. Diğerine de hayatının ritmini asla kaçırmasın diye bir pena. Biri hayatının ritmine beni de dahil etti, diğeri ise zor kararlarında beni hatırlayacağını söyledi. Penam ve zarım yanımda değil artık belki ama yeni başlangıçlara hazır ruhum. Kendime yakın olduğum sürece, belki o kadar da uzakta değilim hiçbirinden, hiç kimseden..
Yavaş yavaş gün ağarıyor, denizin kokusunu hissedebiliyorum ve önümde yeni bir yol, yepyeni bir hayat var, bunu adım gibi biliyorum…