“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim artık yalnız sana itimadım var.”
Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Acınası bir mevsimdir gelip geçiyor ömrümüzden, ne esen
yelde, ne günde güneşte, adını sakladım denizlerin diplerine, dip balıkları
gibi vurgun, yedik, su yüzüne çıktığımızda dönüp de bakan olmadı. Bir
denizcinin şarkısından aldım selamını rüzgar…
Es, es de götür bütün acı hikayeleri ömrümüzden, bir laleler
hatırlasın bizi, nazlı bir mevsimde, çeliğine su yürüyen, güzelliğini
göstermeye ürkek utangaç laleler..Rengi sarı olsun. Belli ki bir yağmur damlası
kadar hatırımız kalmayacak âlemde.
Dök içini, yerinde yeller essin, yoğun bakıma alsınlar
gözlerimizi, edilmemiş iki çift kelamın da boynu bükük kalsın. Rüzgâra anlattım,
hiç de ayaküstü yaşanmamış hikayelerimi, ömrümden olanı ardımda bırakacağım, az
kaldı. Her şehir bizden habersiz yazar kendi kaderini, yaşaması insanlarının
payına düşer.
Kocaman zamanlarımızın ortasında, meşguliyetlerimiz yüzünden
zamansız kalalım. Zaman kayıplarından kaybettik ömrümüzü, bilemedik belki zamanı
değerli kılanın, ona anlam biçip, saatlere dakikalara bölenin de yine insan
olduğunu. Zaman insandan zerre haberdar değil. Soğuk buzdan bir kapı gibi
zaman, üzerimizde öylece kilitli kalan.
Bilirsin, çok dinledin de tekrarlara girdi hep. Biz birbirine
uzak, birbirine hasret ama asla “bir” olmayan ve belki de olamayacak olan,
porselen bebekler gibi, zamanın bir köşesinde eskimeye bırakıldık. Kırılmaktan
sakındık, kırmaktan sakındık, yıllar oldu da konuşmadık, buzdan bir kapı gibi
bizimde üzerimize kilitli kaldı zaman.
Kaç insan tanıdın hayatında, sadece bir kişi mutlu olsun
diye kendini silmeye bu kadar gönüllü olan? Kaç yıl oldu sahi, rüzgâra verip de ruhumu, hiç bilemeden
kendimi unuttuğumu, ben de hatırlamıyorum…
Zaman mefhumu yok benim lügatımda, görüyorsun, o sebepten
bir “kayıp” da yok. Hayatta kaybedecekleri için zamanı sahiplenenlere imrenerek
baktım hep. Dondurabilseydim eğer, tek
bir anı dondurmak isterdim ömrümde, tek bir kare… Olmadı, olmayacak da biliyorsun.
Uykularımı götür rüzgâr, canım yana yana, “can”ımdan olanı
da katıp yanıma, gidiyorum bu sefer. Birbirini göremeyecek olduktan sonra, ne
fark eder, ha bir sokak, ha kilometreler…
Canımı yakmadan, es, geç yanımdan, “can”ıma dokunmadan geç,
acıtmadan, yeni açmaya yüz tutmuş bahar dallarını kırmadan geç.. Zira bu yaz
ayrılığın ilk yazı olacak, hiç “bir” olamayanların ayrı-lığının ilk yazı olacak…

Upuzun yollar girecek araya…
Unutulacağız, zaman bizi unutacak…
Zira Bizans eskisi, hafif meşrep, iskeleti kırık, yarası
bozuk bir şehirde, denizin kalbinin ortasındayken de tam, “habersiz”, “sessiz”
ve “uzak” olmak ve ansızın fark etmek yalnızlığımı ağır olacak, biliyorum.. kurşun
gibi ağır yollar tutsak ediyor bizi şehirlere, apanıyor şehirlerin kapıları bir bir, hele de
geceleri… Geceleri, uyuyamadığım kadar olsun uykusu…
Sen ardını dönüp-de gitmezsin bana rüzgâr, yalnız başına
kalakalmalardan çok acıdı bu kalp. Çıkar-ımsız sevdi insanları, o yüzden çok
hırpalandı. İnsanların acımasızlığından kan içinde kaldı. En güvendikleri, en
acımasız hikâyesini yazanlardı.
Hiddetlenme o yüzden, karşında kim var bilmek istedin madem
diyeyim, çiçekleri nisan karlarının altında can veren bir bahar dalını kırma…
Zira yakındır gidişi, istemese de başka bir kentte, başka bir mevsimde açacak…
Gidişi, suskun, yaralı ve biraz kırgın olacak…
Ardında “can”ını bıraktığını sanacak ama canı saydığının,
canından can kopmayacak, üzülmeyecek bile belki… üzülse de hem demeyecek…
Ne sana anlatacak derdini rüzgar, ne bana..
Benim itimadım bir tek sana, bil ki yollarda azalacağım…
O çok sevdiğim şairin, o çok sevdiğim şiirindeki gibi:
“müjdesi olmayan yol
“müjdesi olmayan yol
sonunu bildiğin kader,
bile bile git
kimi ferman
yollarda azalır” M.M.